60’lı 70’li yıllardaki gurbetçi göçleri nedeniyle Berlin’in adını duymayan hemen hiç kimse yoktur. Çocukluğumdan beri seyrettiğim ‘Türklerin Almanya’ya zorlu entegrasyonu’ konulu filmler sebebiyle Almanya’yı soğuk ve sıkıcı bulur, hiç bir yurt dışı gezi programıma dahil etmezdim. Günübirlik Münih ve Dresden ziyaretleri dışında daha önce Almanya’da hiç kalmamıştım. Ta ki Aralık 2022 Berlin seyahatine kadar…
Berlin öncelikli seyahat rotam olmadığı gibi, bizim için geleneksel hale gelen noel pazarları gezisi için İskandinavya dışında pek bir alternatif kalmadığı için yönümüzü Berlin’e çevirdik. Çok fazla beklentiyle girmediğim için Berlin bana umduğumdan fazlasını verdi. Belki mimari ve estetik yönden tatmin edici olmayabilir ama hareketli ve düzenli şehir yaşantısıyla Berlin bende hayranlık uyandırdı.
Berlin tam anlamıyla küllerinden doğmuş bir şehir. İkinci Dünya Savaşının bitimine çeyrek kala, Almanya’nın teslim olacağına neredeyse kesin gözüyle bakılırken, Amerika Birleşik Devletleri Almanya’nın yeniden ayağa kalkma ihtimalini ortadan kaldırmak için tüm ülkeyi, en çok da Berlin’i günler süren ağır bombardımanlarla hedef almış, ülkenin can damarları olan altyapı, ulaşım, ağır sanayiyi yok ederken, ne yazık ki tarihi dokuyu ve kültürel mirası da büyük ölçüde katletmiş. Berlin’de adeta taş üzerinde taş kalmamış, şehirde yaşayan halk soğuk, açlık ve Rus askerlerinin tecavüzlerine maruz kalırken bir yandan da yıkıntılarda yaşamaya mahkum olmuştur. Dailymotion.com adresinden şehrin ne ölçüde yıkıma uğradığını izlemenizi tavsiye derim. Almanların aşırı tutumlu olmalarına dair çocukluğumdan beri duyduğum nükteler, iki yıkıcı dünya savaşından yenik çıkmış olmanın izleridir belki. Ancak şüphe yok ki bu çok prensipli, sistemli, dirençli ve tutumlu ırk, çılgın bir diktatörün peşinde koşmanın ağır bedelini bu üstün özellikleri sayesinde çok kısa sürede ödeyip, ülkelerini muasır medeniyetler seviyesine çıkarmışlar. Bu sebeple de Berlin’in dönüşmüş ve halen dönüşmekte olduğu devasa metropolü hayranlıkla karşıladım.

Berlin’in eski fotoğraflarına baktığımda gördüğüm devasa, ihtişamlı eski tarihi şehri tamamıyla ayağa kaldırmak ne yazık ki mümkün olmadığı için, Almanlar belli başlı yapıları ve caddeleri eski orijinal haliyle yeniden inşa etmiş, şehrin geri kalanını ise devasa toplu konutlarla, gökdelenlerle, çok katlı iş merkezleriyle doldurmuşlar. Berlin’de eski ile yeni her an her yerde iç içe. Ne yazık ki yeni yapılar eski tarihi dokuyla uyumlu değil. Çoğunluğu eski Sovyetler Birliği yapılarına benzeyen ruhsuz, sevimsiz beton yığınları. Bu durum hem Doğu Berlin hem de batı Berlin için geçerli. Şehirde 60’lı yıllarda başlayan imar ve inşa faaliyetleri günümüzde de tüm hızıyla sürmekte. Neredeyse şehrin tamamı bir inşaat şantiyesi görünümünde. Adım başı dev vinçlerle inşası süren çok katlı beton binalara, rölöve edilen eski yapılara rastlamak mümkün. Peki çok katlı beton binalarla dolu bu inşaat şantiyesi şehri neden sevdim? Çünkü şehir yaşıyor. Sabahın erken saatlerinden, gecenin geç saatlerine kadar sokaklar, cafeler, restoranlar insanlarla dolu. Gidilebilecek binlerce mekan var. Buna rağmen rezervasyonumuz olmadığı için geri çevrildiğimiz yerler oldu. Beergarden’lar efsane. Hele bir de ilkbahar, yaz mevsiminde bahçeli mekanların da açık olduğu dönemde gitseydik, eminim çok daha keyifli olacaktı.

Berlin’de kış aylarında dondurucu bir ayaz olmasına rağmen, belki biraz da noel döneminin etkisiyle herkes sokaktaydı, her yer insan doluydu. Şehir genelinde – Ku’damm hariç- pek zengin bir ışıklandırma yoktu. Bunun sebebi Ukrayna-Rusya savaşı nedeniyle yaşanan enerji krizi de olabilir tabii. Zira Berlin’e bilet almadan önce acaba Almanlar bu yıl noel pazarlarını açacak mı diye tereddüt bile yaşamıştım. Belki şehir çok iyi ışıklandırılmamıştı ama noel pazarları oldukça büyük ve coşkuluydu. Ben en çok Unter den Linden, Kurfürstendamm ve Potsdam’daki noel pazarlarını beğendim.

Berlin’de inanılmaz gelişmiş bir ulaşım ağı var. Şehrin altını kat kat kazarak, her yere ulaşım sağlamışlar. Şehrin üstünde vızır vızır işleyen otobüsler de cabası. Berlin raylı sistem aslında ayrı bir yazı dizisini hak edecek komplike bir sistem. Ancak ben işin uzmanı olmadığımdan, kısaca kendi deneyimlerimden bahsedeyim. İlk hattı 1902 yılında açılan Berlin Raylı sistem günümüzde üç ayrı hat üzerinden işlemekte. Berlin raylı sistem yeraltı (U- Bahn), raylı sistem yer üstü (S-Bahn) ve bölgesel tren (RE- RB). Bu üç sistem genelde birbiriyle kesişiyor, kesişmediği noktalarda da birbirine yakın mesafelerde bulunuyor. Böylelikle aktarma yapmak kolay oluyor. S-Bahn yer üstü sistem olmasına rağmen, her zaman yerüstünde gitmiyor. Bazı bölgelerde yerin en altı U hattı, bir üstü S hattı olabiliyor. Tabii her şey bununla da bitmiyor. Aslında metro kullanımını karmaşık hale getiren onlarca U, S ve RE hatlarının olması. Bursa’da tek yönde gidip gelen raylı sisteme alışık olduğumuz için, örümcek ağını andıran Berlin metro haritasını elimize ilk aldığımızda derin derin nefesler aldığımız doğrudur 🙂 Ama ilk anki panik ataktan çabuk çıktık, zira her adım başı bilgilendirme panoları var. U hatlar mavi, S hatlar yeşil, RE-RB hatlar da kırmızı ile işaretlendiği için bulması daha kolay oluyor. Ulaşım için ilk yapmanız gereken panolardan o an nerede bulunduğunuzu tespit etmek. Ardından gideceğiniz yeri tespit etmek ve de en önemlisi gideceğiniz yerin en son durağını tespit etmek ki tam tersi yöne gitmeyesiniz:) Büyük ihtimalle aktarma yapmak zorunda kalacaksınız ama bu sorunu da yine istasyonlardaki farklı renklerle işaretlenmiş krokilerle çözeceğinize umudum tam. Baktınız yine olmadı etrafta bir Türk var mı diye bakının. Bana hiç Türk denk gelmedi ama Almanlar da gayet yardımsever davrandı. En güzeli de bilet makinalarında Türkçe seçeneğinin bulunması. Tek seferlik, günlük, 4 yolculuk bileti, aylık gibi seçenekler var. Tek seferlik biletle iki saat boyunca sınırsız indi bindi yapabiliyorsunuz. Bileti almak yetmiyor, aynı zamanda metroya binmeden hemen önce raylı sistemlerin önünde bulunan kutucuklara okutmak gerekiyor. Bileti okuttuğunuz andan itibaren kullanım süreniz başlıyor. Okutmazsanız, yakalandığınızda biletiniz yok muamelesi görüyorsunuz. Hem metrodan indiriyorlar hem de 60 euro ceza kesiyorlar. Havaalanından otele giderken yani ilk metro seferimizde Türk biletçi, uzak doğulu kızları yakalayıp trenden indirdi ve ceza kesti. Beş gün boyunca bir daha böyle bir kontrole rastlamadık. Berlin’i üç bölgeye ayırmışlar. A,B ve C bölgesi. Şehir içi ulaşımı A ve B zone ile hallediyorsunuz yani A+B bölgesi için bilet almanız yeterli. Bu iki bölgeye genelde U ve S hatları ile ulaşılıyor. Daha uzak yerlere gidecekseniz A+B+C bölgesi için bilet almak gerekiyor. Bu durumda RE-RB hatları da devreye giriyor. Biz sadece Potsdam’a ve havaalanına gidip gelirken A+B+C bölgesi bilet aldık. Biletler hiç ucuz değil. Aralık 2022 itibarıyla zam gelmiş, tek seferlik bilet 3,80 euro, günlük bilet ise 10 euro. Ancak Berlin çok büyük bir şehir. Yürüyerek gezmek pek mümkün değil. Muhakkak raylı sistemi anlamak ve kullanmak gerekiyor.
MİTTE
Şehir de raylı sistem hatlarının ayrıldığı gibi bölgelere ayrılmış. Mitte bölgesi şehrin kalbi. Türklerin yoğun olarak yaşadığı Kruezberg bölgesi ve şehrin alışveriş merkezi olarak niteleyebileceğim Charlottenburg bölgesi de gezilmesi gereken bölgelerden. Bu üç bölgeyi gezmek için en azından üç tam gün gerekli. Eğer Berlin merkeze 40 dakika uzaklıktaki Potsdam kasabasını da gezecekseniz -ki bence mutlaka görülmeli- ilave bir güne daha ihtiyacınız olacak.
Şehrin kalbi Mitte olduğuna göre bence bu bölgede konaklanmalı. Bu bölge bile oldukça büyük olduğu için raylı sistemi kullanmak elzem. Biz Alexanderplatz meydanına çok yakın konumda bulunan H2 Hotel Berlin Alexanderplatz ‘da konakladık. Temiz, konforlu, kahvaltı çeşitliliği bulunan bir zincir otel. Biraz daha fazla ücret ödemeyi göze alırsanız Mitte bölgesinde bulunan ‘Mitte’ semtindeki otelleri öneririm. Çok nezih ve merkezi bir semt.
Biz konakladığımız Alexanderplatz meydanından gezimize başladık. Alexanderplatz ‘ın en ikonik yapısı şüphesiz şehrin her yerinden görülebilen dev televizyon kulesi Berliner Fernsehtrum. 368 metre yüksekliğindeki kule 1969 yılında açılmış. 203 metre yükseklikte bir seyir terası ve 207 metre yükseklikte dönen bir restaurant bulunuyor. Doğu Almanya yönetimi, kulenin şehrin sembolü olmasını amaçlamış. İçindeki iki asansör ziyaretçileri 40 saniye içinde kulenin seyir terasına ve restoranına çıkarmakta. Alexanderplatz’daki diğer ilginç eser ise dünya saati Weltzeituhr. Bu saat Dünyanın çeşitli şehirlerindeki saati göstermekte. Almanya’nın birleşmesinden sonra Alexanderplatz meydanında pek çok değişiklik yapılmış ve bazı binalar yıkılmış olsa da, meydan ve etrafını çevreleyen doku hala sosyalist günlerin esintisini taşımakta.

Alexanderplatz garından Hauptbahnhof yönüne doğru U5 ‘e binip Unterdenlinden durağında indikten sonra karşı hatta geçtik. Altmariendorf yönüne doğru U6’ya bindik ve iki durak sonra Kochstrabe durağında indik. (yazması kolay, çözmesi zor :)) Ve işte tam karşımızda CheckpointCharlie .

Checkpointcharlie, Berlin’in bölünmesinden sonra Doğu Almanya ile Batı Almanya arasında weltzeituhr ve helmstedt ile birlikte üçüncü geçiş noktası. Bu geçiş kapısı diplomatlar , büyükelçiler ve aileleri tarafından kullanılmaktaydı. Bu kadar ünlü olmasının nedeni ise 27 ekim 1961’de Sovyet tankları ile ABD tanklarının 16 saat boyunca bu kapının karşılıklı taraflarında beklemiş olmasıdır. Atılabilecek tek kurşunun üçüncü dünya savaşı çıkarabileceğinden korkulurken, iki ülkenin devlet başkanları telefonla görüşerek bu krizin sona erdirilmesini sağlamıştır. O günlerden bu güne kalan bariyerler, geçiş noktası sinyal sistemi ve Berlin Duvarından bir parçadır. Schützenstrabe ile Zimmerstrabe caddelerinin kesiştiği noktada bir açık hava müzesi bulunuyor. Halkın geçiş izni olmayan bu noktadan izinsiz geçişler esnasında yaşananlar, can kayıpları, 27 ekim 1961’de yaşananlar fotoğraflarla ve Almanca-İngilizce anlatımlarla sergileniyor.

Niederkirchnerstrabe ‘den Stresemann yönünde ilerleyerek ünlü Potsdamerplatz meydanına ulaşmış olduk. Anlata anlata bitirilemeyen Sony Center binasının da bulunduğu bu meydan bizim için hayal kırıklığı oldu. Potsdamerplatz bir kaç sevimsiz gökdelenin bulunduğu bir meydan. Sony Center ise içinde iş merkezlerinin bulunduğu, girişinde bir iki cafe bulunan, cam kubbeli devasa bir bina. Belki gece ışıklandırması güzeldir bilemiyorum ama betondan bıkkın biz iki Türk’e pek bir şey ifade etmedi.
Hemen soluğu meydanın az ilerisindeki Holocost – Holocaust anıtında aldık. Katledilen Avrupalılar Anıtı olarak da bilinir. Holocost, 1933- 1945 yılları arasında Nazi Almanyası rejimi ile onun müttefikleri tarafından Avrupa’daki altı milyon yahudiye kademeli ve sistematik olarak gerçekleştirilen zulüm ve katliamları ifade etmektedir. Bu anıt mezar 19.000 m2.lik alana yayılmış 2711 adet farklı ebat ve yüksekliklerdeki beton bloklardan oluşmaktadır. Tasarımın amacı rahatsız edici ve kafa karıştırıcı bir ortam yaratmaktır. Böylelikle sözde düzenli sistemin insanlıkla bağının kopması temsil edilmektedir.

Holocost anıtını görünce hemen yanındaki Berlin’in en önemli simge anıtı Brandenburger Tor – Brandenburg kapısını görmemek mümkün değil. (ana görseldeki fotoğraf) Berlin’in bölünmesinden sonra Doğu Almanya tarafında kalan kapı, 1788-1791 yılları arasında yapılmış. 12 sütun, 6 giriş, 6 çıkışı mevcut. O dönemde ortadaki girişler sadece kraliyet üyelerinin kullanımı için ayrılmış, halk sadece dıştaki iki kapıyı kullanmıştır. Kapının üzerindeki atlı heykel – quadriga Napolyon tarafından sökülüp Paris’e götürülmüş, Prusya Kralı 8 yıl sonra Napolyon’u yenerek, quadriga’yı Berlin’e geri getirmiştir. 2.Dünya Savaşında ağır hasar gören Brandenburg kapısı onarılmıştır. Bombardıman sonrasındaki durumunu gösteren fotoğraflar, kapının hemen yanında sergilenmekte.
Brandenburg kapısının kuzeyinde ünlü Alman Federal meclis binası Reichstag – Bundestag bulunmakta. Brandenburg ile Reichstag arasında sadece 100 metre mesafe bulunmasına karşın, soğuk savaş döneminde kapı Doğu Almanya, meclis binası ise Batı Almanya tarafında kalmıştır. 1884-1894 yılları arasında Alman İmparatorluğu döneminde inşa edilen neo-rönesans tarzındaki yapı, 1933 yılında Naziler döneminde meydana gelen kundaklama ve ardından 2.Dünya Savaşı esnasındaki bombalamanın ardından harabeye döndü. 1961’de onarılan bina 1991 yılından beri parlamento binası olarak kullanılmakta. Sonradan eklenen modern cam kubbe, önceden rezervasyon yapılmak kaydıyla ziyaret edilebilmekte.

Brandenburg kapısından dümdüz kuzeye doğru yüründüğünde Berlin’in en büyük parkı Tiergarten ‘a ulaşılıyor. Tiergarten hem semtin hem de semt içinde bulunan parkın adı. Dünyada en ayrıntılı tür barındıran Berlin Zoolojik Bahçesi bu parkın içinde. Bellevue Sarayı, Bismarck anıtı, Başbakanlık Köşkü gibi pek çok yapı ve anıt barındıran parkın şüphesiz en ilgi çekici anıtı parkın tam ortasında bulunan Berlin Zafer Sütunu– Siegessaule. 1864 yılında Prusya Zaferinin anısına yapılmış sütunun üzerinde 8.3 metre yüksekliğinde Victoria heykeli bulunmakta. Belki çok turistik olmasa da parkın içinde en çok ilgimi çeken yapı, Sovyet Savaş Anıtı oldu. 80 bin Kızıl Ordu askerini anmak için yapılan anıtın etrafında tanklar bulunuyor. Alman Federal Devleti’nin bu anıtı halen muhafaza etmek zorunda kalması ve Rus tanklarını dahi kaldıramaması, bağımsız bir ülke için hayli üzücü olmalı. Keza halkta bu durumdan rahatsız ki 1970 yılında bir neo-nazi, anıtı korumakla görevli Sovyet askerini vurmuş. 2010 yılında anıt vandalizm kurbanı olmuş, 2014 yılında da Alman Bild gazetesi Rus tanklarının kaldırılması için Bundestag’a dilekçe vermiş ancak bu çabalar da belli ki bir işe yaramamış.

Brandenburg kapısından dümdüz güneye ilerlerseniz ise Berlin’in en önemli, ihtişamlı ve tarih kokan caddesi Unter Den Linden‘e varacaksınız. Bu geniş ve uzun cadde ismini yol boyunca uzanan ıhlamur ağaçlarından almakta. Caddenin sağında ve solunda Alman İmparatorluğu döneminde yapılmış pek çok önemli tarihi bina bulunmakta. Berliner Dom – Berlin Katedrali de bu cadde üzerinde bulunmakta. İlk kez 1700 yılında yapılan katedral, Alman İmparatoru Willhelm’in emriyle yıkılarak 1905 yılında yeniden yapılmış ancak bu kez de 2.Dünya Savaşı esnasında bombalamalardan sağlam çıkamamıştır. Savaş sonrası tekrar üçüncü kez inşa edilmiştir. Barok tarzındaki bu protestan katedrali, içinde hiçbir zaman bir kardinal yaşamadığı için, dini anlamda katedral sayılmıyor. Katedralin içini gezmek ücretli.

Berlin’in içinden geçen Spree nehri kenarına kurulu katedralin hemen arkasında da Müzeler Adası – Museumsinsel bulunmakta. Bir kilometrekarelik alana yayılı müzeler adasında, 1990 yılında Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinden sonra tüm tarihi eserleri bir araya getirme düşüncesi ile 5 adet müze kurulmuştur. Bunların bazısı zaten bu bölgede bulunmakta iken, bazıları ise birleşme sonrası inşa edilmiş ve 1999 yılında Unesco Kültür Mirası listesine alınmıştır. Müzeler adasında Altes Museum – Eski müze , Neues Museum – Yeni Müze , Alte Nationalgalerie – Eski Ulusal Galeri , Bode Museum ve Pergamonn Museum bulunuyor. Tüm bu müzeleri gezmeye vaktimiz olmadığı için, biz Türkleri doğrudan ilgilendiren Pergamon Museum – Bergama Müzesini gezmekle yetindik. Bergama Müzesi üç bölüm altında toplanmış. Klasik Antik Çağ, Antik Yakın Doğu ve İslam Sanatı müzesi. Sergilenen eserlerin neredeyse tamamı Anadolu’dan ve Mezopatamya’dan toplanmış. Bergama, Milet, Priene, Asur, Babil, Uruk, Mısır uygarlıklarına ait eserler, Almanlar tarafından yapılan kazılar sonucu Almanya’ya getirilmiş. Bazı kazıların izinsiz yapıldığı, yasal olmayan yollarla Almanya’ya getirilmiş olması sebebiyle, Türk Hükümeti özellikle Bergama ve Milet kazılarından elde edilen tarihi eserlerin Türkiye’ye iadesi konusunda girişimlerde bulunmuş ise de, ne yazık ki henüz sonuç alınamamıştır. Almanya’nın en çok ziyaret edilen müzesinde, o dönemde Osmanlı toprağı olan Suriye ve Anadolu’dan toplanıp getirilmiş Bergama Zeus Sunağı, Milet Pazar Yeri Kapısı, İştar Kapısı, Mşatta Sarayı gibi ihtişamlı yapıların bugün ülkemizde değil de, Almanya’da sergileniyor olması beni çok üzdü. Aşağıda müzede bulunan bu eserlerin Berlin’e getirilmesinin etik olup olmadığına ilişkin Almanların açıklama metni bulunmakta. Osman Hamdi beyin tüm engelleme çabalarına rağmen, dönemin padişahı Abdülhamit ile yapıldığı öne sürülen gizli anlaşmalar neticesinde eserlerin Berlin’e getirildiği Almanlar tarafından da ikrar edilmiş. 1870-73 yılları arası, Troya’nın 73 bin parça hazinesini Türkiye’den çalarak, Almanya’ya kaçıran sözde arkeolog aslında bir vandal ve hırsız olan Heinrich Schliemann ‘ı hepiniz bilirsiniz. Ülkemizin hazinelerine sahip çıkamazsak, birileri bizim yerimize sahip çıkarak, Dünya’nın en çok ziyaret edilen müzesinde sergiler. Ne yazık ki böyle 😦

Unter den Linden üzerinde daha pek çok neo-klasik ihtişamlı yapı bulunuyor. Alte Kommandantur, Deutsches Historisches Museum, Altes Palais ile Bebelplatz üzerinde bulunan Berlin Şehir Operası, St.Hedwitz Katedrali, Humboldt Üniversitesi gibi yapıları bu cadde üzerinde görmeniz mümkün.
Eski şehir merkezinde bulunan Nikolai mahallesi de görülmesi gereken bölgelerden biri. Taş döşeli dar sokaklarda tarihi binaları, restoran ve cafeleri gezerken, Ortaçağ dokusunu da hissetmeniz mümkün. Alaxanderplatz yakınlarındaki kırmızı tuğladan yapılma görkemli Belediye binası Rotes Rathaus ‘da göze çarpan yapılardan.
CHARLOTTENBURG
Zarif binaları, şık butikleri, dünya markalarının bulunduğu caddeleriyle, şehrin batısında bulunan Charlottenburg Berlin’in en lüks semtlerinden biri. Görülmesi gereken başlıca üç yer var. Birincisi semte de adını veren Schloss Charlottenburg – Charlottenburg Sarayı. Berlin’in en büyük sarayı olma özelliğine sahip yapı 17.yy sonlarında barok rokoko tarzında inşa edilmiş. Kompleks bir yapı olan sarayın içinde tiyatro, mozole ve köşk de bulunuyor. Sarayın bahçesi savaştan sonra barok stilde yeniden düzenlenmiş, günümüzde Berlin’in en büyük parklarından biri olan Schlosspark, semtin de en büyük parkı.
Berlin’de beni en çok etkileyen yapı şüphesiz Kaiser Wilhelm Gedachtniskirche oldu. Alman imparatoru I.Wilhelm anısına yapılan bu romanesk stildeki protestan kilisesi 1895’te büyük bir törenle açılmış. Beş kuleden oluşan bu görkemli yapı o dönem Berlin’in en yüksek yapısı imiş ancak ne yazık ki, savaş esnasında bombalara yenik düşerek harabeye dönüşmüş. 1956 yılına dek harabe olarak kalan binanın, yoğun tartışmalar sonucunda bir savaş anıtı olarak bırakılmasına karar verilmiş. Diğer dört kule tamamen yıkılmış ve ana kule de savaştan sonraki haliyle bırakılmış. Yıkılan kulelerin yerine modern ve farklı stilde bir kilise inşa edilmiş. Yeni kilisenin özelliği 20 bin adet kare camdan oluşması. Uzun dikdörtgen şeklindeki binanın içine girdiğinizde mavi başta olmak üzere gün ışığının yansıyıp renklendirdiği çeşitli renklerdeki ışıklarla karşılaşıyorsunuz. Ana kulenin içi ise müze olarak düzenlenmiş. Yapının içinde harikulade yaldızlı mozaik desenleri bulunuyor. Kilisenin öncesi ve sonrası hakkında açıklamalar ve fotoğraflar da bulunmakta. Yıkık çatısı, kırılmış ve kurşunlanmış duvarları ile bu yapıdan etkilenmemek mümkün değil.

Hem semtin hem de şehrin en lüks mağazalarının, alışveriş merkezlerinin bulunduğu Kurfürstendamm diğer adıyla Ku’damm 3.5 km.uzunluğunda bir cadde. 1.Dünya Savaşı’ndan sonra yerleşim yerinden hızla eğlence ve alışveriş merkezine evrilen cadde, Berlin duvarının yıkılmasından sonra Mitte, Alexanderplatz, Potsdamerplatz gibi Batı Federal Almanya’nın göz bebeği olan caddelerle mücadele etmek zorunda kalsa ve bir nebze de olsa eski önemini yitirse de, hala dev Dünya markalarının bulunduğu ışıltılı bir cadde. Noel zamanı en iyi ışıklandırılmış cadde olduğunu da söyleyebilirim. Berlin Zoologischer Garten – Hayvanat Bahçesi de bu caddeye çok yakın konumda bulunuyor.

KREUZBERG
Berlin henüz birleşmeden önce Batı Berlin’in sapa, nispeten önemsiz bir bölgesi olan Kreuzberg, 60’ların sonunda başlayan göçmen dalgasında, Türklerin yerleştirildiği bölge. Google’dan aldığım bilgilere göre Berlin duvarının yıkılması ile sanatçıların ve öğrencilerin de yaşadığı, sokak barlarının, ikinci el dükkanların, cafelerin bulunduğu bohem bir yaşam merkezine dönüşmüş. Biz de bu bilgilere dayanarak, Krakow’daki eski yahudi mahallesi ya da İstanbul Balat gibi cıvıl cıvıl kafelerin, sokak sanatçılarının, küçük atölyelerin bulunduğu küllerinden yeniden doğmuş tarihi bir semte gideceğimiz algısına kapıldık. Ancak bizi Kreuzberg’de karşılayan Sovyet işi dev sosyal konutlar, dönercisinden içli köftecisine kadar her çeşit Türk esnaf lokantaları ve ‘Kruezberg Merkezi’ yazan tabela oldu. Ha bir de sazını anfiye bağlayıp türkü söyleyen amcayı da unutmamak gerek 🙂 Tüm bu manzaraları Anadolu’nun hemen her köşesinde görebiliyor iken, biz buraya nereyi gezmeye geldik acaba diye sormadan edemedik. Belki google’da yazanların cereyan ettiği başka sokaklar vardır ve belki de biz o sokakları bulamamışızdır diye bir soru işareti bırakmak zorundayım. Ancak Kruezberg merkezdeki durum tam da anlattığım gibidir, kesin bilgi, yayalım.
Berlin Duvarı, bilindiği üzere Doğu Almanya vatandaşlarının, Batı Almanya’ya kaçmasını önlemek amacıyla Doğu Almanya meclisinin kararı ile 1961 yılında yapımına başlanan 46 metre uzunluğunda bir duvar. Utanç duvarı olarak da adlandırılan ve soğuk savaş döneminin sembolü olan bu duvar, 1989 yılında kontrollü olarak yıkıldı. İşte yıkılan Berlin Duvarının 1.3 km.lik kısmına sokak sanatçılarının yaptığı graffiti ve duvar resimleri 1990 yılından beri East Side Gallery adı altında sergilenmekte. Bu açık hava müzesinde 105 adet resim bulunmakta. East Side Gallery, Kruezberg ile Friedrichshain semtlerini birbirinden ayıran Spree nehrinin hemen kıyısında, Friedrichshain tarafında bulunuyor. Kruezberg semtinden Friedrichstain semtine geçmek için üzerinden geçtiğimiz 1896 yapımı çift katlı kırmızı kiremitle örülü Oberbaumbrücke – Oberbaum Köprüsü görülmesi gereken eserlerden biri. Dönüş yolunda Spree nehri kenarından Alexanderplatz’a doğru yürürken, büyük iş merkezlerini ve nehir kıyısında inşa edilmiş lüks konutları görünce, bu bölgenin şehrin modern yüzü olduğunu anladık.

Berlin öyle büyük ve sosyal hayatı öyle kuvvetli bir şehir ki, 3-4 güne sığdırmak mümkün değil. Ancak bir turist olarak sınırlı vaktimde benim görebildiklerim ana hatlarıyla bunlar. Biz Berlin şehir merkezi ile yetinmeyip Berlin’in Spandau ilçesine ve Berlin’e çok yakın mesafedeki Potsdam şehrine gittik. Her ikisine de raylı sistem ile yarım saatte ulaşmak mümkün.
Spandau tarihi kalesi, parkları ve yarı ahşap evleriyle küçük ve sevimli bir semt görünümünde. Yarım saatte rahatlıkla gezeceğiniz bu ilçeye gitmeseniz de çok şey kaybetmezsiniz. Ancak aynı şeyi Potsdam için söyleyemeyeceğim. Potsdam, Berlin’e gidilmişken hem mimarisi hem de tarihi zenginliğiyle mutlaka görülmesi gereken bir lokasyon.
Potsdam 1000 yıllık tarihi ile Unesco Dünya Mirasları Listesinde bir şehir. Bu şehre Berlin’den S/Bahn ya da RE1 ile ulaşabiliyorsunuz. Tabii ulaşım kartınızın yukarıda da anlattığım üzere A+B+C bölgelerini kapsaması gerekiyor. Ayrıca Wannsee durağından nehir botlarıyla da gidilebildiğini okumuştum. Brandenburg eyaletine bağlı Potsdam, sakin, temiz ve nezih bir şehir. Eski şehir merkezi – Alter Markt – gördüğüm en büyük meydanlarından biri. Bu tarihi şehir meydanındaki yapılar, 2.Dünya savaşındaki bombalardan nasibini almış olması sebebiyle, aralık 2022 tarihi itibarı ile halen yeniden inşa sürecindeydi.

Şehrin en ünlü caddesi Brandenburg caddesi üzerinde tarih Brandenburg kapısından başlayarak caddenin sonuna dek gördüğüm en güzel Christmas Marketlerinden biri kurulmuştu. Bu cadde üzerinde birbirinden güzel cafeler ve butikler bulunuyor. Şehrin üç korunmuş kapısından biri olan Nauener Tor, tüm heybetiyle karşınıza çıkıyor. Üzerindeki heykellerle dikkat çeken Hunters Gate ve Berlin’deki ihtişamlı Brandenburger Tor’un daha küçük bir örneği olan Potsdam Brandenburger Tor diğer korunmuş şehir kapıları. Şehrin en ilgi çekici mahallesi şüphesiz Hollandalıların kurmuş olduğu Hollandisches Viertel. Bu güzelim sokaklar sıra sıra nizami dizilmiş kırmızı tuğlalı evleri ve tasarım butikleri, şirin cafeleriyle sanki küçük bir Amsterdam kopyası. Brandenburger Tor’dan Sanssouci Park istikametine doğru yürüyünce başta Rus yapımı evler olmak üzere birbirinden güzel mimariye sahip bahçeli köşkleri göreceksiniz. Kralların yaşadığı bu şehrin, zengin geçmişine dair ipuçlarını bu evlerin ihtişamında görebilirsiniz.

Potsdam kralların sarayları ile ünlü bir şehir. Eskiden saray kompleksinin bahçeleri olan Sanssouci parkı mutlaka gezilmesi gereken bir bölge. Almanya Kralı Frederick’in özene bezene yaptırdığı yazlık sarayı Sanssouci Palace göletinden saray silüetine bakıldığında kademeli olarak yükselen teraslama bahçeler dikkat çekici. Kral, mimarların önerisinin tersine, sarayı tepelik yüksek alana yapmakta ısrar edince, saray bahçeleri kademeli olarak inşa edilmiş. Her taraçada farklı bir bitki yetiştiriliyormuş ve baharda bahçeler renkli bir görüntü sağlıyormuş. Kış aylarında olmamız sebebiyle biz maalesef bahçe görselinden biraz mahrum kaldık.

Sarayın hemen arkasında yükselen değirmen için de biz hukukçuların sevdiği bir hikaye anlatılır. Kral saray yaptırmak için değirmeni satın almak istemiş ama değirmenci mülkünü satmamak için direnmiş ve şöyle de bir tirad atmış. ‘Sen kral olabilirsin ama Berlin’de hakimler var’ . Hikaye gerçek mi bilmiyorum ama değirmen gerçekten var ve Almanya’da Hukuk sistemi gerçekten işliyor. Darısı başımıza…

Sanssouci Saray Kompleksi gerçekten çok büyük bir alan. Yürümekle bitmiyor. Ama biz azmederek yaklaşık bir saat yürüdük. Önce ‘Chinese House’ sonra da ‘New Palace’ tüm görkemiyle karşımıza çıktı. Tek katlı Sanssouci Sarayı gözüme ne kadar iddiasız geldi ise Yeni Saray tam tersi azametli ve göz kamaştırıcı. Heykellerin ve binanın heybetine ağzı açık bakarken bir de bakıyorsunuz arkasında daha da ihtişamlı ikinci bir bina daha var. Gittiğimizde açık olsa idi mutlaka içini de gezmek isterdim. Yeni Sarayın arkasında muhtemelen zamanında saray kompleksine dahil olan tarihi Potsdam Üniversitesi bulunuyor. Şehirden giderek uzaklaştığımız için kampüsteki otobüs durağından otobüse binerek şehir merkezine geri döndük. Potsdam’da gezilmesi gereken başka eserler de vardı ama günübirlik ancak bu kadarına gücümüz yetti.

Berlin’de yeme içme konusunda bira-patates-şinitzel üçlemesinin çok üzerine çıkamadık. Almanların geleneksel mutfağı pek gelişmiş değil ama Berlin’de Dünya mutfağının çok çeşitli örneklerini bulmak mümkün. Berlin’e özgü iki mekan önerim olacak. Birincisi Burgermeister. Alexanderplatz ve Kruezberg’de iki şubelerini gördüm. Muhtemelen başka bölgelerde de vardır. Meisterburger menü ve cheeseburger menü denedik. Yediğim en lezzetli burger ve patatesti, abartmıyorum. Hala keşke olsa da yesem diyorum. Mekan ayaküstü, bira da satıyorlar.
Diğer mekan önerim ise Hofbrau München -Wirtshaus Berlin . Tam bir Alman Bira evi. Merkezleri Münih’teymiş. Oraya da gitmeyi hedefliyorum 🙂 Kocaman ve sımsıcak bir mekan. Mekan çok büyük olmasına rağmen, her akşam tıka basa doluyor. Servisleri gayet hızlı. Her gün canlı müzik var ve hoplaya zıplaya dans eden Almanları seyretmek çok eğlenceli. Yemekler hiç fena değil. Üç dört çeşit fıçı bira var.

Berlin’de köşe başı Bratwurst – Alman usulü tütsülenmiş sosis ile yapılan hardallı hot dog büfelerine rastlamak mümkün. Ancak büyük çoğunluğu dana sosisten değil, domuz sosisten yapılıyor. Bu hususta hassasiyetiniz var ise sorarak alınız.
Berlin’den trene atlar, üç saatte Dresden’e varır, Doğu Almanya’nın en güzel şehrini de gezerim diyorsanız;
Elbe’nin Floransa’sı : Dresden gezi notlarına göz atabilirsiniz.