Yıllardır pek çok yere gidip, Gökçeada‘yı es geçmemizin sebebi, ada hakkında olumsuz duyumlar almamız yüzündendi. ‘Ada da hiçbirşey yok, çok sıkıcı‘ gibi yorumlar gezimizi erteledi, taa ki 2017 19 mayıs tatiline dek…
Havanın serin gitmesi ve seyahate son dakikada karar verip yer bulamamız gibi faktörler bizi Gökçeada’ya yönlendirdi. Nasıl olsa iki gün, biraz kafa dinleriz diyerek beklentisiz bir şekilde yola koyulduk. Bursa’dan yola koyulup, Bandırma, Biga, Lapseki yolundan üç saat içinde Çanakkale’ye vardık. İki saat kadar Çanakkale’de oyalandık, çarşıyı gezdik, közde kahve içtik, derken Çanakkale limandan her 15 dakikada bir kalkan feribota binerek Gelibolu yarımadasına geçtik. Gelibolu yarımadasında iki ayrı noktaya sefer var. Kilitbahir ve Eceabat. Gökçeada’ya geçiş için Eceabat’a gitmek daha mantıklı. Çünkü Gökçeada seferlerinin yapıldığı Kabatepe limanı Eceabat’ın hemen arka yakasında. Yaklaşık 9 km. uzaklıkta. Yönlendirici tabelalar mevcut. Çanakkale’deki limandan bilet alırken, Gökçeada’ya gideceğinizi belirtirseniz, Gelibolu’ya geçiş için ayrıca bilet ücreti ödemiyorsunuz. Bilet, araçla veya yaya geçiş anında alınabiliyor. Önceden bilet satışı yok.
Kabatepe’ye vardığımızda kötü bir sürprizle karşılaştık. Uçsuz bucaksız bir araç kuyruğu. Neyse ki araçlar orman yolunda sıraya girmişti ve biz terlemeden, çok da sıkılmadan, çam kokusunu içimize çeke çeke yarım saat kadar bekledik. Derken limandaki feribot araç alarak hareket etti ve böylece sıra limanın içine doğru ilerledi. Aracımızı bir sonraki feribot gelene dek bekleyeceğimiz limanda görevlilerin yönlendirdiği sıraya koyarak park ettik ve oturacak bir yer arayışına girdik. Gökçeada müdavimleri, bu bekleyişin çok olağan olduğunu ve yazın bu bekleyişlerin çok daha uzun sürebildiğini söylediler. Zira adaya sefer yapan bir büyük, bir küçük iki arabalı feribot var. Büyük olan feribot 112 araç alabiliyormuş. Haliyle bayram, seyran, yazın hafta sonları liman ana baba günü oluyormuş. Baştan Gestaş’a az sefer ve az feribot için kızdım ise de sonradan biraz da hak verdim. Zira feribot tek yönlü olarak doluyor. Örneğin 19 mayıs günü Ada yönüne aşırı yoğunluk var iken, tatil dönüşü Kabatepe yönüne yoğunluk vardı. Koca feribot gidiş veya dönüşün birinde neredeyse bomboş oluyor. Yine de bayramda iki feribot ek sefer yaparak sürekli yolcu ve araç taşıdı. Bizim limandaki bekleyişimiz yaklaşık 2.5 saat sürdü. Bu bekleyiş esnasında (tabii araç feribot sırasına girdi ise) limana yakın mesafede bulunan Kabatepe Müzesi gezilebilir, eğer yaz ise limanın hemen yanı başında bulunan Kabatepe Milli Parkta piknik yapılabilir hatta denize girilebilir. Fıstık çamlarının gölgesinde, incecik kum plajda tertemiz denize girmek doğru bir seçim olabilir. Yok o telaşeye giremem derseniz Kabatepe limanda vakit geçirmek için iki mekan var. Biri biz de dahil herkesin üşüştüğü cafe. Diğeri de sadece bilenlerin gittiği limanın en sonundaki salaş balıkçı. Biz bir saati aşkın süre cafede oturduktan sonra, sıkılıp yürüyüşe çıktık. Balıkçıyı görünce de vaha bulmuş gibi sevindik. Denizin hemen kıyısında, çardakların altındaki, tahta sandalyeli bu salaş balıkçıya bayıldık. Çok çeşit yok belki ama kalamar, karides, bir kaç çeşit meze, patates, bir-iki çeşitte balık var. Alkol servisi de var. Keyifle vakit geçirilecek bir yer.
Adaya geçiş 1 saat 15 dakika sürüyor. Büyük gemide araç içinde kalmak pek mümkün değil. Güverteye çıkıp etrafı seyrettik. Feribot, Gelibolu yarımadasına yani doğuya bakan Kuzulimanına yanaşıyor. Limanın cazip görünen bir yanı yok. Kayalık ve makilik bir coğrafya, etrafta tek tük evler dışında hiçbirşey yok. Yani Bozcaada limanı gibi bir görüntü beklerseniz, dakika bir hayal kırıklığına uğrarsınız. Gökçeada merkez sahilden uzak, içeride. Kuzulimanından Gökçeada merkez yaklaşık 7 km. Merkeze varınca hayal kırıklığı iki ediyor. Betonarme çok katlı binalardan oluşan, çarpık, plansız gelişmiş bir yerleşim yeri Gökçeada merkez. Gökçeada merkez, bana Türkiye’nin her yerinden gelen insanların yerleştiği İstanbul’un kaotik durumunu anımsattı. Zira Gökçeada merkezin (ve aslında adanın tamamının) nüfusu da tam bir mozaik. Türkiye’nin her yöresinden insan yerleş(tiril)miş buraya. Gökçeada’yı anlayabilmek için kısaca yakın tarihe göz atmak gerekiyor.

1970 yılına kadar adı İmroz olan ada, binlerce yıldır farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış. Adaya ilk yerleşenler Pelasglar olmuş, Perslerin kısa süren egemenliğinden sonra MÖ 500’lerde Atina Şehir Devleti’ne bağlanmıştır. İmroz Roma,Latin,Venedik ve Cenevizlilerden sonra Osmanlı hakimiyetine girmiştir. 1912 yılında Yunanistan, 1915 yılında İngilizler tarafından işgal edilen ada, 1923 yılında Bozcada ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti hükümetine iade edilmiştir.
İmroz 20.yüzyıla kadar Rumların büyük çoğunlukta olduğu bir adaydı. 1930’lu yıllardan önce adada diplomat ve memurların oluşturduğu pek az sayıda Türk bulunmaktaydı. 1947 yılında Türkiye Hükümeti adada Türk nüfus oluşturma uygulaması kapsamında ilk olarak 15 hane Sürmeneli’yi adaya yerleştirmiştir. 1960 yılında Kıbrıs’ta çıkan Türk-Rum çatışmaları, akabinde 1974 Kıbrıs çıkartması ve son olarak Yunanistan’ın 1981’te AB’ye tam üyeliği adanın Rum nüfusunu çok büyük ölçüde azaltmıştır. Öyle ki 1970 yılında %40’lara gerileyen Rum nüfusu, bugün adanın sadece %2.9’unu oluşturmaktadır. 1960 yılında Kıbrıs olayları ile gerilen Türkiye-Yunanistan ilişkileri, pek çok Rumun adayı terk etmesine sebep olmuştur. 1965 yılında adada kurulan ve 1991 yılına kadar faaliyet gösteren yarı-açık cezaevi de bölge halkının huzursuzluğa sürükleyen ve göçü arttıran bir diğer sebeptir. 1966’da açılan TİGEM, devlet eliyle üretim yapmak amacıyla pek çok tarımsal alanı kamulaştırmıştır. Ekonomik açıdan gerileyen Rumların bir kısmı bu sebeple de adayı terk etmiştir. Yunanistan’ın AB’ye girmesi ile Rumların Avrupa’ya geçişleri kolaylaşmış, pek çok Rum vatandaş, eğitim, çocuklarını evlendirme ve daha iyi bir hayat gayesiyle adayı terk etmiştir.
1970’de adı Gökçeada olarak değiştirilen adanın halkı da hızla değişmiştir. Çeşitli sebeplerle toprakları yaşamaya elverişsiz hale gelmiş veya arazileri istimlak edilmiş kırsal kesimden vatandaşlar, sistemli olarak Gökçeada’ya yerleştirilmiştir. Örneğin Trabzon Çaykara Şahinkaya köyünden 61 hane, köylerindeki sel ve heyelan felaketi sebebiyle bizzat devlet eliyle Dereköy’e yerleştirilmiştir. Burada Şahinkaya ismiyle bir mahalle kurulmuştur. 1973 yılında adaya yerleştirilen Çaykara’lı bir aileyle uzun bir sohbet yapma imkanımız oldu. Adaya tutunabilmek için ne kadar mücadele ettiklerini, Kıbrıs Çıkartması sonrası her gün işgale uğrama korkusuyla güne başladıklarını anlattı. Yazları lokanta işleten aile, kışın turistin gelmediği zamanda hayvancılık, arıcılık ve Rum vatandaşların zeytinliklerini işleyerek geçimlerini sağladıklarını söylediler.
Ada da az sayıda Rumun yanı sıra Muğla, Burdur, Samsun, Siirt, Van, Iğdır, Çankırı, Diyarbakır, Trabzon, Ünye, Bingöl, İstanbul, Isparta, Çanakkale, Artvin, Bingöl, Erzurum’dan yerleştirilen vatandaşlar yaşamakta.
Bugün Gökçeada’da 6 adet Rum köyünün – Kaleköy (Kastro), Zeytinliköy (Aya Theodori), Tepeköy (Agridia), Dereköy (Shinudi), Bademli (Gliki) ve Merkezin (Panayia) yanısıra devlet eliyle kurulmuş 5 adet Türk köyü Eşelek, Uğurlu, Şahinkaya, Yenibademli ve Şirinköy bulunuyor.
Asla Rum köylerinin cazibesine sahip olmamakla birlikte, planlı göç ürünü olduğu için Türk iskan köyleri en çok iki kat imarlı ve düzenli. Lakin yapılar betonarme olarak yapıldığı için adanın gerçek mimarisine uymuyor. Merkez için durum daha da vahim. Bir zamanların şirin bir Rum köyü(Panayia) olan merkez, şimdilerde çirkin bir beton yığını. Adada alay bulunduğu için, merkezde asker ailelerinin ve memurların da oluşturduğu bir nüfus ve meslek yüksek okuluna bağlı bir üniversiteli nüfusu da mevcut.
Merkez de hastahane, adliye, Gökçeada Lisesi, Meslek Lisesi ve 18 Mart Üniversitesi’ne bağlı Meslek Yüksek Okulunun yanı sıra adanın tek benzinliği olan Petrol Ofisi de bulunmakta.
Biz merkez de hiç oyalanmadan otelimizin bulunduğu Aydıncık mevkiine doğru hareket ettik. Merkezden Eşelek köyüne giden bölge, meşeliklerden oluşan son derece yeşil bir bölge. Yol üzerinde yemyeşil bir doğa ile çevrili ilk göleti gördük. (Sonraki zamanda adanın içinde beş gölet bulunduğunu ve adanın kendi suyunu kendisinin karşıladığını anladık.) Yol kenarlarındaki ve hatta bazen yolun ortasındaki keçi ve koyunlara şaşıra şaşıra Tuz gölüne vardık. Tuz gölü sığ bir su. Yaz aylarında iyice çekilen suyun ardından çıkan çamurun eklem ağrılarına ve cilt sorunlarına iyi geldiği, yapılan analizler sonucu anlaşılmış. Askeri tatbikat yapıldığı için gölün etrafında kamp yapılmasına izin verilmiyor. Bir sabah gün doğumunda giderek gölü uzun uzun fotoğrafladık.
Tuz gölünün arkasında kiteboard ve rüzgar sörfü için ideal bir bölge olan Kefaloz (Aydıncık) Koyu var. Özellikle Bulgar plakalı pek çok aracın, sörf yapmak amacıyla bu bölgeye geldiğini ve bungalov ya da karavanlarda konakladıklarını gördüm.

Konakladığımız Çınarlıkasrı Otel, Kokina plajının hemen arkasında yoz bitki örtüsüne sahip bir bölge olan Aydıncık’ta. Bu bölge adanın güney tarafında kalıyor. Denize bu kadar yakın olması büyük avantaj zira adada az sayıda plaja yakın otel var. Bayram sebebiyle otelimiz tamamen doluydu. Avlulu bir mimariye sahip otelin dış cephesi doğal taş ile kaplandığı için estetik bir görüntüye sahip. Odalar büyük ve hepsi deniz manzaralı. Güzel bir yüzme havuzu ve bebek havuzu var. Sabah kahvaltısı havuz kenarında, deniz manzarası eşliğinde yapılıyor. Plajda otelin şezlong ve şemsiyelerinden yararlanma imkanı var. Plaj incecik bir kum, deniz tertemiz. İki kilometreyi bulan uzunluğu ile yazları en revaçta bulunan plaj. Yeniden gitmek nasip olursa, bilhassa çocuklar içinde ideal bir otel olduğu için kalmayı düşünürüm. Bahçenin her yerine Çınar fidanları dikmişler. Fidanlar büyüdüğünde otelin çorak görüntüsünün yerini gölgeliklerle dolu yemyeşil bir otel alacağı kesin. Adanın tarihi bölgelerinin hepsinde karşımıza çıkan bu ulu ağaç, adanın sulak ve bereketli olduğunun kanıtı.
Haziran 2018 tarihinde adaya gittiğimizde de bir başka otelde konakladık. Gökçeada Sörf Eğitim Merkezi. Bu tesis hem otel, hem de adından da anlaşılacağı üzere sörf eğitim merkezi. Mavi bayraklı Kokina plajında denize sıfır nadir tesislerden biri olma özelliği taşıyor. Oda ve plaj arasındaki mesafenin 100 metre olması da bir başka avantaj. Kendine özgü doğal bir peyzajı, hoş bir sörf cafesi ve çocuk parkı bulunan bu tesisi ben çok sevdim. Bir dahaki sefere sörf dersi aldırmak üzere çocuklarımla birlikte gitmeyi planlıyorum.
Yol manzaraları ve akabinde karşıma çıkan Kefaloz sahili kalbimi adaya ısındırmaya başladı. Otele yerleştikten sonra gittiğimiz Bademli Köyü ise ilk görüşte aşk oldu.
Adanın en büyük kültürel değeri tabii ki Rumların (pek de istemeyerek) bize miras bıraktığı Rum köyleri. Sadece bu köyleri gezmek için bile adaya gidilir. Köyler zamanında saldırılardan korunmak, temiz havasından faydalanmak ve verimli ovayı tarım arazisi olarak değerlendirmek amacıyla yüksek yerlere kurulmuş. Köy evleri, adanın doğal taşı ile yığma tekniğiyle inşa edilmiş. Her köyün arnavut kaldırımları, çamaşırhanesi, kiliseleri, kahvehaneyi de barındıran bir meydanı ve tarihi bir çınarı bulunmakta.
Rum köyleri büyük ölçüde terk edildiği için, taş evlerin çoğu bakımsız kalmış, hatta yıkılmış. Bazıları gelir seviyesi yüksek Türkler tarafından restore edilmiş ve yazlık olarak kullanılıyor, bazıları devlet eliyle adaya yerleştirilen genelde anadolu kırsalından gelme vatandaş tarafından kullanılıyor, birkaçında da genelde 60 yaş üzeri, toprağından vazgeçemeyen Rumlar oturuyor. Anadolu kırsalından gelenler, kendi kültürlerini devam ettirmek amacıyla eski rum evlerine eklentiler yapmış, evlerin bazı yerlerini sıvamış ve yapıların mimari özelliklerini bozmuş ne yazık ki! Devraldığımız kültürel mirası bir adım ileriye götürmek yerine, bozup tüketmek karakterimiz haline gelmiş 😦 Köylerdeki kiliselerin cemaati kalmamış olmasına rağmen, kiliseler son derece bakımlı. Zira Rumlar her yıl 15-16 ağustos tarihleri arasında köylerine dönüp, dini bayramlarını kutlayarak ritüellerini yerine getiriyor.
Bademliköy (Gliki) : Adanın kuzey yamacına bakan Kaleköyün hemen arkasındaki, muhteşem manzaralı Rum köyü. Tüm Rum köylerinden bahsedeceğim ancak birinde yaşayacaksın, seç deseler bu köyü seçerdim. Diğer tüm Rum köyleri gibi yüksekte, dik bir yokuştan çıkılıyor köye. Etrafta nefis taş evler, ayağınızın altında yemyeşil ova, etrafta sarp tepeler, karşıda Kaleköy, denizde muhteşem bir dekor gibi görünen heybetli Semadirek adası ve insanı sarhoş eden bir gün batımı. Kelimeler kifayetsiz, gidip görmek gerek. Çok da hüzünlü bir köy Bademli. Sürekli yaşayan nüfusu sadece beş hane. Dördü Rum, biri Türk. Yazın birkaç hane de İstanbul’lu ekleniyor nüfusa. 2000 yılı sayımında nüfusu 28 kişi olarak kaydedilmiş. Köy içinde biri manzaralı, ikisi köy içinde üç cafe var. Manzaraya bakan güzel bir otel var köyde, İmbros Organik Otel. Otele ait Gliki-Günbatımı Restaurant’ta yemek yedik ve çok memnun kaldık. Detaylar ‘Gökçeada’da ne yenir, içilir‘ linkinde.
Köy meydanında asırlık tarihi bir çınar var, hemen yanıbaşında da köyün çamaşırhanesi. Büyük kilise de bu meydanda.
Dereköy (Shinudi) : Dere yatağına yakın olduğu için bu ismi almış. Köye yedi kilometre uzaklıkta derenin kaynağı olan bir şelale var. Yolun bir kısmı araçla, bir kısmı yürüyerek gidiliyor. En hüzünlü köy burası. Zira bir zamanlar Türkiye’nin en büyük köyü olan bu köy, şimdilerde terk edilmiş. 2000 yılı itibarıyla nüfusu 110 kişi. Taş evlerin çoğu kırık dökük. Nüfusun büyük çoğunluğunu Güneydoğu kırsalından gelen vatandaşlar oluşturmakta. Adanın en muazzam çamaşırhanesi bu köyde bulunmakta. Çamaşırhanenin büyüklüğü, adanın görkemli mazisi hakkında fikir veriyor.

Tepeköy (Agridia): Adanın en yüksek tepelerinden birine kurulmuş köyün, Çınaraltı olarak adlandırılan bir mesire bölgesi var. Pınar çıkan bu bölgede Rumlar tarafından yapılmış bir çeşme bulunuyor. Suyu nefis, manzara güzel.
Köy biraz aşağıda. Meydan da soluklanmak için bir cafe, köyün girişinde de Barba Yorgo tavernası var. 2000 yılı itibarıyla 44 kişi yaşıyor. Orta yaş Rumlar, Boşnaklar, Doğu Anadolu ve Karadeniz Bölgesinden gelenler yaşıyor. Beni en çok şaşırtan köyün girişinde bulunan Rum Ortaokulu ve Rum Lisesi oldu. Rum nüfusu olmayan adanın öğrencisi mi var ki deyip araştırdım. Bu okullar 1954 yılında Rum ilkokulu olarak yapılmış. 1964 yılında muhtemelen Kıbrıs olayları ve Batı Trakya Türklerinin durumu sebebiyle Türk Hükümeti tarafından kapatılmış. 2014 yılında aynı bina ortaokul ve lise olarak açılmış. Toplam öğrenci sayısı sadece 11, okula gelen branş öğretmeni sayısı ise 7. Bu durum açıkça göstermekte ki, Rumlar adada eriyen nüfuslarını yeniden arttırmak için seferberliğe girişmişler. Keza Türkiye’nin Kopenhag Kriterleri gereği AB.ye uyum yasaları kapsamında çıkardığı ‘Yabancılara Mülk Edinme Kanunu’na dayanarak, Rumlar 700 dönüm toprak satın almışlar. Bazı Rumlar da kamulaştırılan topraklarının iadesi için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne dava açmışlar. Dikkat çekici olan, topraklarının parasını değil, bizzat topraklarını geri istemeleri.
Zeytinliköy (Aya Thedori) : Köyün ovasındaki zeytinlikler, adanın neden bu ismi aldığını açıklıyor. Toplam nüfusu 88. Rumların en fazla bulunduğu köy burası. Aynı zamanda en turistik köy. Bizzat Rumların işlettiği cafe ve muhallebiciler var. Bunların başlıcaları Madam’ın dibek kahvesi (madam vefat ettiği için kahvehaneyi yazları oğlu Kosta işletiyor) , Hristo muhallebicisi , Panayot Ustanın Yeri, Nesos Cafe. Turistler burada dibek kahvesi içmeden ve muhallebi yemeden dönmüyor. Deneyimlerimiz ‘Gökçeada’da ne yenir‘ linkinde.
Köyde 2013 yılında yeniden hizmete açılan Rum İlkokulu var. Sadece 3 öğrenci ile hizmet veriyor. Bu köy, Fener Rum Patriği Bartholemeos’un doğduğu köy olup, patrik senede iki üç kez köyü ziyaret etmekte ve göç eden Rumların tekrar adaya dönmelerini teşvik edici önlem alınması gerektiğini savunmakta.
Kaleköy (Kastro) : Denize en yakın noktada bulunan köy. İsmini tepedeki kaleden (doğrusu geriye kalan kalıntılardan) alıyor. Nüfusu 88 olan köyün, Rum nüfusu bulunmamakta. Yeni nüfusunun çoğunluğunu Iğdırlılar oluşturmakta olup, bu durum muhtar seçimlerinde etkili olmuş, Iğdırlı muhtar seçilmiş. Köy Doğu Anadolu’nun diğer illerinden de göç almış olup, 10 hane de İstanbul’lu bulunmakta. İstanbullular Rum evlerini dinlenme amacıyla alıp restore eden, yüksek yaşam standardına sahip yazlıkçılar.
Kaleköy denize çok yakın olmasına ve bir de limana sahip olmasına karşın, sonradan adalı olan halk, adaya ve denize pek de entegre olamamış ki balıkçılıkla ilgilenen köy sakini son derece az. Yazın adanın en hareketli noktası Kaleköy sahil. Sıra sıra restoran ve barlar tıklım tıklım dolu oluyor. Ayrıca köyün en tepe noktasındaki iki balık restoranı da adanın popüler yerlerinden. (yazı başlığındaki görsel, Bademli köyünden sahildeki Kaleköy’ün ve karşıda Semadirek adasının görünümü)
Kaleköy’ün üst kısmı yani asıl köy merkezinde dev çınarın gölgesinde ‘Mustafa’nın Kayfesi‘ diye bir mekan var. Keyifli bir yer. 100 metre ilerisinde el yapımı sabun ve kolonya imalatı yapılan özel bir atölye bulunmakta. Biz lavanta ve limon kolonyalarından aldık.

Gökçeada’nın tek değeri mimari yapısı değil elbette. Muhteşem el değmemiş bir doğası, cam gibi berrak ve temiz bir denizi, besinini kirletmeyen organik tarımı, doğada özgürce gezen ve doğal beslenen hayvanları var. Bunda 1960 yılından itibaren adada başlayan askeri hareketlenme, adanın 1991 yılına dek açık cezaevi barındırması, adada sezonun kısa olması ve ulaşım zorlukları gibi sebepler etken olmuş. Tüm coğrafyamızın turizm adı altında kirletildiği, yerel değerlerin yok edildiği, doğanın acımasızca katledildiği Ülkemizde, İmroz’un şu ya da bu sebeple bakir kalması -en azından şimdilik- son derece sevindirici.
Gökçeada’da pek çok bakir ve temiz koy bulunmakla birlikte, adanın güneye bakan kısmında yer alan Lazkoyu‘nu tek geçiyorum. Böylesi turkuaz rengi ve berrak denizi ben pek az yerde gördüm. Güney kıyısında bulunması rüzgar açısından da avantajlı. Plajda özel bir tesis de bulunuyor.

Adanın kuzeye bakan tarafında bulunan Yıldızkoy ise Gökçeada Su altı Milli Parkının sınırlarında bulunuyor. Deniz florası ve faunası koruma altında olan koy, kuzey kıyılarından denize girilebilecek tek koy. Konum itibarı ile genelde rüzgarlı oluyor. Sahilde hizmet veren camping, cafe hizmeti de veriyor. Koy, Kaleköy’den yürüme mesafesinde.
Adanın güneye bakan tarafı oldukça ilginç bir doğaya ev sahipliği yapıyor. Yer yer yoz, kayalık ve sarp olan doğa bir anda değişiyor, yerini gelincik tarlalarına, meşe ağaçlarına bırakıyor. Bu nedenle adayı bir araçla karış karış dolaşmazsanız bir şey anlamış olmazsınız.
Beni çok şaşırtan karşımıza bir anda dikiliveren dev zeytin ağaçları oldu. Yüzlerce yıllık heybetli zeytin ağaçlarının arasından bakan meraklı koyun ve keçi sürüleri ve kekik kokuları arasında kendimi bir film setinde zannettim.
Ada da ilgi çekici bir konu da her adım başı görülebilen koyun ve keçi sürüleri. Bu sürüler her ne kadar başıboş gibi görünse de hepsi sahipli. Yılda bir kez sürü sahipleri mıntıkasını bildiği sürülerini komşuları yardımıyla topluyor, yünlerini kırkıyor, etlik olanları ayırıyor ve yine doğaya salıyor. Sürüler doğada özgürce gezip otlandığı için etleri hem doğal, hem de lezzetli.
Etler doğal ve taze olunca yediklerimiz de birbirinden lezzetli oldu. Gökçeada yeme-içme tiyoları için buraya tıklayın.
Özetle, Gökçeada yakın bir gelecekte -şükür ki- Alaçatı olamayacağa benziyor. Bu nedenle İmroz’u tavsiye eder misin diyenlere şunu söyleyeyim; Tek tip beş yıldızlı oteller, şık butikler, hareketli gece hayatı, janjanlı restoranlar arayanlar bu ada da fena halde bunalır. Sükunet, el değmemiş bir doğa, talan edilmemiş kıyılara özlem duyup, biraz iptidai koşullarda tatil yapmayı dert etmeyecek gezginler, gidin, henüz tüketilip bitirilmemişken yaşayın bu adayı…