Konya gerek Mevlana Celalettin Rumi’nin yaşadığı şehir olarak, gerekse doğal ve tarihsel zenginlikleri sayesinde turist çeken bir şehir. Şimdilerde Konya kültür turizmi yanında lale turizmine de ev sahipliği yapar oldu. Her sene Nisan ayının ikinci ve dördüncü haftaları arasında yüzlerce dönümlük rengarenk lale tarlaları fotoğraf meraklılarını ve yerli turistleri ağırlıyor.
Yıllar önce Adana’ya seyahat ederken, günübirlik Konya‘ya uğramış ve çok şaşırmıştım. Zira Konya benim tasavvurumda silik ve az gelişmiş bir orta anadolu şehriydi. Halbuki gördüğüm şehir, geniş ferah caddeleri, yüksek katlı şık apartmanları ile zengin ve refah bir şehirdi. O gün birkaç saatliğine gittiğim Konya’da Nisan ayında bir hafta sonu geçirdim ancak gezmek için yeterli olmadı. Konya ve çevresi ancak dört günde layıkıyla gezilir kanısına vardım.
Bir gece konakladığımız Konya’da internetten araştırıp beğendiğim Araf Otel’de kaldık. Seyahatlerimde büyük otellerden ziyade ruhu olan özgün küçük otelleri tercih ediyorum. Mevlana müzesine 200 metre mesafedeki Araf Otel, farklı dekorasyonuyla tam benim aradığım gibi bir otel. Kahvaltısı da standart kahvaltının ötesinde ve çok lezzetli.

Konya bilindiği gibi Türkiye’nin en büyük yüzölçümüne sahip şehri. Konya’dan bağımsız olarak il olan Karaman ve Aksaray şehirlerine rağmen, bu durum değişmedi. Tuz gölü, Beyşehir gölü, Akşehir gölü gibi birkaç önemli göl de Konya coğrafi sınırları içerisinde. Konya ekonomik olarak da Türkiye’nin en gelişmiş şehirlerinden biri. Anadolu’nun tahıl ambarı şehri kimliğinin yanına sanayi şehri kimliğini de eklemiş.
Konya tarihsel kimliği ile de önemli bir şehir. Şehir Anadolu Selçukluları’nın ve Karamanoğulları’nın başkentliğini yapmıştır. Bu eserlerin en önemlilerinden biri olan ve Anadolu Selçuklu Sultanı 1.Keykubat’ın adını taşıyan camii, bulunduğu tepeye de ismini vermiştir. Konya merkezde bulunan 20 metre yüksekliğindeki Alaattin tepesinde bulunan Alaeddin Camii şu an tadilatta olduğu için gezme şansımız olmadı. Konya’lıların nefes almak için rağbet ettiği bu tepede aynı zamanda çay bahçesi ve park alanı mevcut. Biz de birer kahve içmekle yetindik.
Konya her yıl bir milyona yakın yerli ve yabancı turist çekmektedir. Bunda elbette ki en büyük pay, evrensel mesajları ülke çapını çoktan aşmış olan büyük sufi derviş Celalettin Rumi’nin mirasının Konya’da bulunmasıdır. Eskiden dergah olan Mevlana türbesi, şimdilerde Kültür Bakanlığı’na en çok gelir getiren ikinci büyük müzedir. Dört adet fil ayak sütun üzerine inşa edilen yeşil kubbe etrafına yıllar içinde pek çok yapı eklenerek, dergah büyük bir kompleks haline gelmiştir. Osmanlı sultanlarının pek çoğunun da mevlevi tarikatı mensubu olmaları, türbenin bu zamana dek korunmasında büyük rol oynamıştır. Mevlana türbesinin hemen yanıbaşında Selimiye Camii bulunmakta. Sultan 2.Selim’in şehzade olduğu dönemde vali olarak bulunduğu Konya’da yaptırdığı bu camii, Osmanlı mimarisinin güzel örneklerinden.

Konya’ya gelip de tarihi bedesten Çarşısı‘nı görmeden gitmek olmaz. Bir zamanlar Sultan Kılıçarslan’ın gezdiği, Selahattin Zerkubi’nin sarraflık yaptığı, Sadrettin-i Konevi’nin sohbetler düzenlediği bu güzel tarihi çarşılar, eski kent meydanı ile birlikte ta Alaattin tepesine kadar düzenlenerek yenilendi. Bedesten ahşaptan sıra dükkanları ve barındırdığı tarihi eserleri ile tam bir görsel şölen. Bedesten içindeki Aziziye Camii benim çok dikkatimi çekti. Zira Selçukluların ve Karamanoğulları’nın inşa ettikleri eserlerin yanında bu barok mimari ile kesme taştan inşa edilen bol varaklı camii öyle farklı görünüyor ki, şaşırmamak elde değil. 1867 yılında yapılan camii, Sultan Abdulaziz zamanında annesi Pertevnihal adına yaptırılmış.
Bedestenden başlayarak Adliye Bulvarına oradan da Alaattin tepesine doğru yürürseniz Karaman ve Selçuklu mimarisinin pek çok eserini yol üzerinde göreceksiniz. Bunların bence en çarpıcıları Karatay Medresesi ile İnce Minareli Medrese. Selçuklu eseri olan ve tek katlı olarak sille taşından inşa edilen Karatay Medresesinin yapım tarihi 1251 yılını gösteriyor. Bu eser hemen adliye bulvarı üzerinde. Alaattin tepesinin batısına doğru ilerlerseniz, mimarisi ile farklılık gösteren ince minareli medreseyi görürsünüz. 1279 yılında yapılan medrese, Selçuklu mimarisinin göz alıcı eserlerinden.

Günün yarısını şehir turuna ayırdıktan sonra haliyle karnımız acıktı ve çok methini duyduğumuz, Vedat Milor’un da tavsiye ettiği Ali Baba Fırın Kebap salonuna gittik. Bu lokanta bedesten çarşısına yakın, sokak arasında bir yer. Esnaf hemen tarif ediyor. Et istediğiniz gramaja göre yağlı pidenin üzerinde geliyor. Çatal bıçak gibi materyaller yok. Mecburen elle yiyiyorsunuz. Ben koyun etini koktuğu için kolay kolay yiyemem. Ama bu ette koku yok, tel tel dökülüyor ve ağzınızda eriyor. Yazarken bile acıktım. 🙂 Şiddetle tavsiye ederim.
Öğleden sonra eski bir Rum yerleşkesi olan ve Konya’ya sadece 8 km uzaklıktaki Sille beldesine gittik. Mübadele öncesinde ortodoksların yaşadığı beldenin, cumhuriyet öncesi nüfusu 18.000′ lere kadar çıkmış. Mübadele sonrası eski önemini kaybeden belde şimdilerde 3700 olan nüfusuyla Selçuklu belediyesine bağlı bir mahalle. Ülkemizde alışılageldiği üzere özgün yapısını ve mimarisini büyük ölçüde kaybeden Sille, neyse ki Sit alanı ilan edilmiş durumda.

Sille yıllar süren uykusundan uyanmaya başlayan büyülü bir belde. Roma, Bizans ve Selçuklu dönemini yansıtan kiliseler, camiler ve taş evleriyle görülesi bir yer. Hele birbirinden özel adeta bir sanat eseri olan mezar taşları için bile gidilmeye değer. Sille’de tıpkı Kapadokya’da olduğu gibi volkanik yumuşak kayalara oyulmuş irili ufaklı pek çok kilise var. Bunların bazıları pagan tapınağı olarak yapılmışsa da Hristiyanlığın kabulü ile kilise olarak kullanılmışlar. İlk Hristiyan bizans imparatoru Konstantin’in annesi Helena tarafından M.S.372 yılında inşa ettirilmiş olan Aya Elena Kilisesi tüm heybetiyle ayağa akaldırılmış. Ziyaret ücretsiz.
Sille sakinleri, çömlek ve sabun yapımında ileri gitmişler. Hediyelik olarak düşünülebilir. Etrafta turistler için pek çok cafe restoran da açılmış. Konya’ya giderseniz Sille’yi görmeyi ihmal etmeyin.
Sille’den döner dönmez sema gösterisini seyretmek için Konya Büyükşehir Belediyesi Mevlana Kültür Merkezi‘ne gittik. Bu sema gösterisi her cumartesi saat 19.00’da tekrarlanıyor. Ücretsiz gösteriyi seyretmek için yer ayırtılmıyor. Zaten gerek de yok zira salon yeterince büyük. Fotoğraf meraklılarının salona tripod kurmalarına izin veriliyor. Sadece flaşsız çekim yapılması isteniyor. Gösteri bir saat sürüyor ve görülmeye değer.

Çıkışta karnımız acıktı ve Mevlana türbesinin hemen karşısındaki Deva Restaurant‘a (şube 2) oturduk. Bamya sever biri olarak Konya’nın bamya çorbası‘nın methini duymuştum. İçinde küçücük bamyalar ve kuşbaşı et bulunan ekşili bamya çorbasına bayıldım. İnce kıtır hamurdan yapılan bir kıymalı pide olan ‘etli ekmek‘ den de tattıktan sonra şehrin gece halini fotoğraflamaya koyulduk. Konya şehri, Mevlana Üniversitesi, Karatay Üniversitesi, Selçuk Üniversitesi gibi üniversitelere de ev sahipliği yapıyor. Gece geç saatlerde bile sokakların hala hareketli oluşu, Konya’nın bir öğrenci şehri olduğunu doğruluyordu.
İkinci gün soluğu Çumra ilçesinin 11 km kuzeyinde kalan Çatalhöyük neolitik kentinde aldık. İnsanoğlunun yerleşik hayata geçiş dönemini çok iyi yansıtan yerleşke, 2012 yılında Unesco Dünya Mirası listesine alınmış. Yerleşke Batı Höyüğü ile Doğu Höyüğü olarak ikiye ayrılıyor. Doğu Höyüğü M.Ö 7400 ve 6200 yılları arasında tarihlenen 18 neolitik yerleşim katmanından oluşmakta. Batı Höyüğü ise 6200 ile 5200 yılları arasına tarihlenen kalkolitik döneme ait izler barındırıyor. 2000 yıllık köy hayatından kente geçiş sürecinin evre evre izlendiği bu yerleşke, çok büyük önem taşımakta.

Ören yerine giriş ücreti alınmıyor. Bu muhteşem Dünya mirasının korunması için de hiçbir güvenlik önlemi olmadığını üzülerek gördük. Çatalhöyük hakkında bilgi verecek bir rehber bulunmamakla birlikte girişte bulunan tanıtım salonunda bu çağa ilişkin detaylı bilgiler fotoğraflar eşliğinde veriliyor. Döneme ait bıçak, çatal gibi eşyalar, heykeller ve toprak kaplar da bu salonda sergilenmekte. Yine ören yerinin girişinde bulunan temsili neolitik çağ evi de dönemin yaşantısı hakkında bilgi veriyor. Çatalhöyük’teki evlerin en önemli özelliği aralarında sokak bulunmayan birbirine bitişik evlerin birinden diğerine geçiş için çatıların kullanılması. Bu evlerin ömrü bitince üzerine yenileri yapılmış. Üst üste yapılan bu yapılar höyükleri oluşturmuş. Evler iki odalı. İçinde 10-15 kişinin birarada yaşadığı biliniyor. Bir ilginç detayda o dönem insanının akrabalarını yakın olmak amacıyla evlerinin altına gömmüş olması. Kazılara 1958 yılında başlanmış. Biz gittiğimizde herhangi bir kazı çalışması yoktu. Umarım bu yerleşke, hak ettiği değere kavuşur.

Konya’ya esas gidiş amacımız olan lale tarlalarını görmek amacıyla Çumra’ya hareket ettik. Ancak lalelerin her yıl aynı tarlalara dikilmediğini, bu seneki lalelerin İsmil‘de bulunduğu bilgisini alınca, İsmil’e hareket ettik. Asya Lalecilik’in 300 dekar arazi üzerinde seksen çeşit ve onu aşkın renkte dikimini yaptığı laleler gerek amatör ve profesyonel fotoğrafçıların, gerekse çevre illerden gelen turistlerin akınına uğruyor. Nisan ayında çiçeklenen lalelerin, Mayıs ayında kafaları koparılıyor ve üretilen lale soğanları yurtiçi ve yurtdışı pazarlarına satılıyor. Bu görsel şöleni bol bol fotoğrafladıktan sonra, Konya gezimizi noktalamış olduk.